Kâinatta muhteşem bir düzen var. Bu düzeni, ahengi ve mucizeleri fark edebilecek olanlar elbette hayvanlar değil, insanlardır. Mesela bir elmayı bir insan da yer bir hayvan da. Aradaki fark düşünmektir. Hayvan ne yediğini bilmez ama insan bir elma yediğini, elmanın bir meyve olduğunu, tadını, kokusunu, ihtiyacına uygun vitaminlerden ibaret hazırlandığını, kara topraktan çıkarılıp fevkalade bir sanat eseri olarak önüne sunulduğunu fark edebilecek bir düşünme yeteneğine sahiptir.
ALLAH’IN VARLIĞI İSPAT EDİLEBİLİR Mİ?
Allah’ın varlığı ve birliği elbette ispata gerek duyulmayacak kadar aşikâr. Belki de Allah’ın ispatını istemek balıkların suyun ispatını istemeleri gibi bir şey.
Var olanlar sadece görülenlerden ibaret değildir elbette. Hem insan sadece görme yeteneğine sahip değil. Akıl, mantık, vicdan ve hisler de var insanda. Şu durumda akıl edebilen her insan için Allah’ın varlığını anlamak çok kolay. Çünkü yapılan bir iş ya da bir san’at onu yapanı ispat eder hem tarif eder. Mesela bir mektup düşünün. Yazanı görmesek de kâtibi olduğunu bilir ve o mektuptan onun mesleğini, mevkiini, isteklerini, karakterini anlayabiliriz.
Selimiye Camii’nin bir yapanı olduğunu tarih kitaplarında yazdığı için mi biliyoruz yani? Bir ustası olduğunu aklımızla idrak etmiyor muyuz? Şu an yeryüzünde Mimar Sinan’ı kimse görmüyor. Fakat hiç kimse Selimiye Camii’nin kendi kendine olduğunu düşünmediği gibi onun aklını, mimari dehasını ve san’at ruhunu eserleriyle görebiliyor.
Kâinat da Allah’ı bizlere tanıtan mektup ve san’atlardan ibarettir. Her biri birer mûcize olan varlıklar Allah’ı tarif ederken aklı ve gözü olan ve biraz da dikkatle bakan herkese “Allah vardır ve birdir” diye ilan ediyor. Akıllarını nefislerinin karanlık dehlizlerinden çıkarıp kâinata bakanlar Allah’ı apaçık bir şekilde görecek, hatta O’nun şiddet-i zuhurundan gizlendiğini anlayabileceklerdir.
“O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır…”
(Şûrâ Sûresi, 11)
İNSANIN ALLAH VE ÂHİRETLE ALAKALI HİÇBİR ŞEYİ MERAK ETMEMESİ NORMAL Mİ?
Evinizde olduğunuzu ve gece olup yatağınıza yattığınızı düşünün. Uyandığınızda baktınız ki oldukça muhteşem bir donanıma sahip koca bir uçaktasınız. Bu halde ilk aklınıza gelen ne olur? Şaşkınlık geçirmez misiniz?
“Beni buraya kim getirdi. Nasıl getirdi. Neden getirdi. Bu uçak nereye gidiyor. Ve ben bu soruların cevabını kimden öğreneceğim?” deyip büyük bir merakla araştırmaya mı koyulursunuz? Yoksa hiçbir şey olmamış gibi açık büfeye yönelip karnınızı doyurma telaşına mı düşersiniz? Elbette insandaki merak ve gerçeği öğrenme isteği gereğince aklı başında olan hiç kimse bu duruma vurdumduymaz kalamayacaktır.
Peki sizce neden o koca uçaktan çok daha muhteşem dünya gezegeninde gözünü açan insanlar hiçbir sorgulama içine girmezler? “Nereden geldim? Neden geldim? Nereye gidiyorum? Ve bunları kimden öğreneceğim?” sorularının hiç merak edilmemesi acaba ne kadar normal sayılabilir?
Kâinatta muhteşem bir düzen var. Bu düzeni, ahengi ve mucizeleri fark edebilecek olanlar elbette hayvanlar değil, insanlardır. Mesela bir elmayı bir insan da yer bir hayvan da. Aradaki fark düşünmektir. Hayvan ne yediğini bilmez ama insan bir elma yediğini, elmanın bir meyve olduğunu, tadını, kokusunu, ihtiyacına uygun vitaminlerden ibaret hazırlandığını, kara topraktan çıkarılıp fevkalade bir sanat eseri olarak önüne sunulduğunu fark edebilecek bir düşünme yeteneğine sahiptir.
İnsan Allah’ı aramak ve tanımak için gereken maddî-manevî cihazlarla donatılmıştır. Kâinat ise Allah’ı bulduracak ve tanıttıracak şekilde
muazzam düzenlenmiştir. Fakat bu asırda insanın Allah’ı düşünebilme yeteneğini çökertecek pek çok şeytani planlarla insanlık içler acısı bir durumdadır.
“YOK” DİYENLER “VAR” DİYENLERDEN İSPAT İSTİYOR, PEKİ
“YOK” DİYENLERİN İSPATI VAR MI?
İki çeşit inkâr var: Birisi; tembellikten ortaya çıkan bir kabullenmeyiştir. İnancın getirisi olan bir takım mesuliyetlerden kaçmak için “yok” derler.
Diğeri ise; yokluğu iddia etmektir. Bu delil ve ispat gerektirir ki şimdiye kadar inkâr edenler buna hiç bir ispat getirememişlerdir. Yaptıkları şey, inananların görüşlerini eleştirmek ve reddetmekten ibarettir. Çok haksız da sayılmazlar(!) Çünkü bir adam Hindistan cevizi diye bir meyvenin varlığını iddia etse, ispatı için bir tane bulup getirmesi yeterlidir. Ama “yok” dediğinde tüm dünyayı gezmesi lazım ki yokluğunu ispat edebilsin. Allah’ı, cenneti, cehennemi kabul etmeyenler de bir zerrenin bile gösterdiği gerçekleri inkâr için tüm kâinatı (!) karış karış dolaşmaya hiçbir zaman güçleri yetmeyecek ki ispat getirebilsinler. Adamın biri Amerika’yı keşfetmiş. Keşfedilmeden önce Amerika kıtası yok muydu yani!?
Akılları yüce, ruhları yüksek insanlar vardır; kâinat kitabının sırrını çözmüş Allah’ı keşfetmişler. Bir de akılları cüce insanlar vardır ki dev zekâlarıyla kainatın bir kitap olduğunu bile çözememektedirler.
Velhasıl: İnkâr bir “yoksayım” kalmaya mahkûmdur. Ve inanmayanların içlerinde asla susturamayacakları cümle: “Ya varsa!”
KÂİNAT KENDİ KENDİNE VAR OLMUŞ OLAMAZ MI?
Kâinatta atomlardan yıldızlara mükemmel bir düzen hükmediyor.
Bu mükemmel düzenin gerçekleşmesi için iki şık söz konusu.
Ya; “Her bir varlık mesela bir atom bile insanlardan çok daha üstün zekâ ve dehaya sahip. Böylece kâinattaki her şeyi biliyor, görüyor ve bilinçli bir şekilde bu düzeni oluşturuyorlar.”
Ya da; “Varlıklar akılsız ve şuursuzlar. Öyleyse bu şuursuz fakat harika donanımlı varlıkları büyük bir zat ilim ve kudretiyle yaratmış ve onları çok büyük gaye ve maksatlar için mükemmel bir düzenle çalıştırıyor.”
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu…”
(Enbiyâ Sûresi, 22. âyet)
Anlamak imkânsız ama birinci şıkkı makul görenler var demek ki. Oysa unun, şekerin, yağın aklı mı var ki, kendi kendilerine helva olabilsinler. Kumaşın aklı yoktur, kendisi elbise olamaz. Boyanın, fırçanın, tuvalin aklı yoktur, kendileri tabloyu yapamazlar. Helvaya bir aşçı, elbiseye bir terzi, resme bir ressam gerektiğini bir çocuk aklı bile anlayabilir!
Fakat ne yazık ki çocukların bile idrak edebildiği bir gerçeği kendini çok da akıllı zanneden bir kısım bilgiç insanlar idrak edemeyebiliyorlar. Elbette zeki olmak ayrı, akıllı olmak apayrı. İnsanın aklı Allah’a iman ettiği kadar, insaniyeti ise Rabbini tanıyabildiği kadardır. Allah’a iman etmeyen büyük bir bilim adamı da olsa Allah’a iman etmiş ilim sahibi olmayan bir kimseden çok daha cahildir.
Bir kimya profesörü su unsuruna bakıp “su, oksijen ve hidrojenin birleşmesiyle oluşur” der. Fakat bu oluşumda Allah’ın bu kanunu koyan ve suyu yapan olduğunu düşünmezse, hidrojen ve oksijene akıl ve şuur vererek çok komik bir cahillik ortaya koyar. Oysa su, çiçek, elektrik, güneş ve havanın kendi kendine olması helvanın, elbisenin ve bir resmin kendi kendine oluşmasından çok daha imkânsızdır. Çünkü her biri birer mucizedir.
Göz bize maddeyi göstermek içindir. Akıl ise maddenin arkasındaki mânâyı göstermek için var. Sadece akıl da değil, vicdan gibi Allah’ı arayan, Allah’ı arzu eden yüzler hislerimiz var. Farkındaysanız akıl da görünmüyor ve görünmeyen pek çok şey için akıl esas tutuluyor.
Materyalist asrın kazazedeleri bilmelidir ki: İnsan; ruhuyla, bir kitap; manasıyla değer kazandığı gibi maddenin ruhu da manadır, manayla kıymet kazanır. Maddenin arkasında apaçık görünen mânâ ise: Allah’ın manevî şahsiyetidir.
Kâinat âdeta bir fuar. Varlıklar ise harika donanımlarla sunulmuş sanat eserleri. Her biri muhteşem sanatkârları olan Allah’ı tanıtıyorlar.
Yeryüzü bir fabrika, mühendisi Allah.
Toprak bir laboratuar, kimyageri Allah.
Dünya bir hastane, tabibi Allah.
Dünya bir misafirhane: Misafriperver zat, Allah.
Velhasıl: Yeryüzü bir mescit, Ma’budu Allah.
(Blaaise Pascal)
“Gökleri, yeri ve bu ikisi içinde yaydığı canlıları yaratması, onun varlığının delillerindendir…”
(Şûrâ Sûresi, 29)
Yeryüzündeki cam ve su gibi parlak şeyler ışık saçıyorlar. Her biri ışıklarını gökteki güneşten mi alıyorlar dersiniz, yoksa her biri birer güneş midir!? Var olan her şey bütün ilimlerin sahibi olan Allah’ı, birliğini, isim ve sıfatlarını, sonsuz kudretini ve hikmetini güneşten daha parlak bir şekilde gösteriyor.
İnsanın aklı ve şuuru var. Fakat bu cevherleri kullanmayabiliyor. Böylece kâinat kitabında Allah’ı okuyamama cehaletini gösteriyor. Oysa cansız ve basit bulduğumuz taşın bile bir kalbi var, Allah’ı zikrediyor. Artık bunu fizik de ilan etmiştir ki; katı maddeler sürekli hareket halindedirler. Atomların titreşimi ve elektronların çekirdek etrafındaki dönüşleri adeta meczup Mevlevî misalidir. Mevlâna da bakmıştır ki atomdan güneşlere her şey dönerek Allah’ı zikrediyor; o da kâinatın bu ahengine dâhil olmuştur.
“Dinin muhatapları akıl sahipleridir.
Üç türlü insan vardır:
1. Allah’ı bulanlar ve O’na hizmet edenler;
2. O’nu aramakla meşgul olup, henüz bulamayanlar;
3. O’nu, ne arayan, ne de bulanlar, zaten bunlar arayıp bulma çabası da göstermezler.
İlk gruba girenler, akıllı ve mutlu, Ortadakiler ise mutsuz ve fakat akıllıdır. Sonuncu grubun insanları ise, aptal ve mutsuzdur.”
ALLAH’IN BAŞLANGICI VE SONU OLAMAYACAĞINI NASIL ANLAYABİLİRİZ?
De ki:
“O Allah, Ehad’dir (birdir)!”
“Allah, Samed’dir (her şey her cihetle O’na muhtaç olduğu halde,
O hiçbir şeye muhtaç değildir)!”
“Doğmamıştır ve doğurulmamıştır!”
“Ve O’na hiçbir şey denk olmamıştır!” (İhlas Sûresi)
Bazen akıllara geliyor: “Allah nasıl hep var? Bizi Allah yarattı peki Allah’ı kim yarattı?” Akla gelebilen bu sorular aslında bir sanatkârın sanatına benzemesini şart koşmak gibi bir mantıksızlık. Buna göre bir marangozun, yaptığı masaya benzediğini mi düşüneceğiz!?
Yaratılanların başlangıcı ve sonları vardır. Çünkü zamana mahkûmdurlar. Zaman da her şey gibi mahlûktur, yaratılmıştır. Zamana mahkûmiyetle ortaya çıkan Büyüme ve genişleme kanununa dâhil olanlar için elbette başlangıç ve son kaçınılmaz olur. Genişleyen, büyüyen mutlaka bir gün başlamış ve mutlaka da bir gün son bulacaktır. Mesela ağaç çekirdekle hayata başlar, büyüyüp gelişir. Ve zamanla yaşlanacak, ölecektir. İnsan da doğar, yaşar ve nihayetinde ölür. Gökyüzündeki patlamalarla hızla genişleyen kâinatın da Big Bang (Büyük Patlama) başlangıcı olduğu gibi Kıyamet onun ölümü olacaktır.
Allah ise yaratılanlara benzemez. Maddeden mücerrettir. Dolayısıyla yer edinme, zamana mahkûm olma, büyüme, gelişme, bütünleşme veya parçalanmadan uzaktır. Başlangıcı ve sonu yoktur. Hem doğmak cismi olanlar içindir. Allah elbette kendi kanunlarının mahkûmu olamaz.
Bir şey ya yaratılmıştır ya da yaratandır. Yaratılmış olan yaratamaz. Kâinat ve insanlar, olmak ya da olmamak kategorisinde. Yani biz yaratılmış olanlarız. Allah ise hep var olandır ki; olmak ya da olmamak durumundakileri var etmeyi seçmiş ve yaratmıştır. Hep var olan olmasaydı sonradan var olanlar nasıl olacaktı? Elbette her sayı kendinden bir önceki sayıya muhtaçtır. Sekiz yediye, yedi altıya, altı beşe.. Fakat bütün sayılar “1”e muhtaçken “1” hiçbir sayıya muhtaç değildir.
Her şeyimiz gibi “var olmak” da bize sonradan verilmiştir. Bize ait ve bizde sabit değil. Hayatımız, kuvvetimiz, görmemiz ve işitmemiz var. Fakat bunlar kendimize ait olsaydı elimizden hiç gitmez ve hiç birinin derecesi ve sınırı olmazdı. Mesela bu odadaki sesleri duyabiliyorum ama diğer odadaki sesleri duyamıyorum. 10 kg. ağırlığı kaldırabiliyorum fakat 50 kg. yükü kaldıramıyorum. Ve gün gelecek bunlar benim üzerimden tamamen gidecek. Çünkü işitmeyi ve kudreti bana Allah verdi, kendime ait değiller.
Allah’ın ise varlığı ve bütün sıfatları kendisine aittir. Sonradan O’na verilmemiştir ve asla son bulmayacaklardır. Allah hep vardır, isim ve sıfatlarının sınırı yoktur. O hiç bir şeye muhtaç değil ama her şey O’na muhtaçtır.
“GERÇEK YOKLUK” VAR MI?
Gerçek anlamda yokluk yoktur. Sadece görünüşte bir yokluk vardır. Yani adem-i mutlak yok, adem-i zahiri var.
İnsan ve kâinat yaratılmamışken Allah’ın ilminde vardı. Sonra ilmî vücuttan Allah’ın irade ve kudretiyle açığa çıktılar.
“Müslüman akıllıdır.”
(Hadis-i Şerif)
Eşyanın yoktan vücuda gelmesi (ibda) için ilmî bir proje gerekir. Bu ilmî proje onun ilmî vücudu demektir. Devamında eşyanın var olan şeylerle oluşturulması(inşa) için ise bütün unsurlara hükmedecek bir irade ve kudret gerekir ki, eşya ortaya çıksın. Mesela bir makinenin yapımı için elbette akıllı bir mühendis ve bir tasarım gerekir. Ortada mühendis yok, proje de yoksa makine nasıl ortaya çıkacak!? Dolayısıyla gerçek anlamda bir yokluk hiçbir akıl sahibi için söz konusu olamaz.
Allah (cc) vardır. Ve bütün varlık mertebeleri
O’nunla vardır. Çünkü O’nun varlığı vücut mertebelerinin en yükseği en esaslısıdır. O (cc) Ezelîdir ve Ebedîdir.
Başlangıç ve sonu bulunması imkânsızdır.
Zamana ve mekâna mahkûm değildir.
Melekler, insanlar, hayvanlar, canlı cansız tüm var olanlar O’nun varlığına nispeten çok zayıf gölgeler hükmündedirler. Hatta o kadar zayıf ve o kadar gölgedirler ki; birçok veli, varlıkları vücut ünvânına bile layık görmek istememişlerdir.
ALLAH’IN HER ŞEYE GÜCÜ
NASIL YETİYOR, BİR ANDA BÜTÜN İŞLERLE NASIL MEŞGUL OLABİLİYOR?
Zorluk ve kolaylık kavramı yaratılanlar içindir. Allah yaratılanlara benzemez. Onun kudretine göre cenneti yaratmak bir çiçeği yaratmak ile aynıdır.
Nasıl ki bir tek güneş dünyayı aydınlatıyor ve canlılara ısı ve ışığını kolayca verebiliyor.
“Güneş küçücük bir cam parçasına kolayca akseder ama okyanuslara aksederken çok emek harcar” denilebilir mi? Güneşe kolay olan, güneşin sahibi olan Allah’a elbette daha kolaydır. Bir baharı bir çiçek kadar cenneti ise bir bahar kadar kolay yaratır.
“Madem eşya var ve sanatlıdır. Elbette bir ustası var.”
(Bedîüzzaman Hazretleri)
Allah’ın her şeye gücü yettiğini aklımıza sığdıramayışımızın nedeni varlık mertebelerini bilmemektir. Oysa varlığın hem mertebeleri, hem de farklı âlemleri vardır. Vücuda gelenler, yani var olanlar farklı vücut mertebelerinde ve ayrı vücut âlemlerinde bulunurlar.
Mesela dağlar taşlar var, bitkiler hayvanlar, insanlar ve melekler de var. Fakat bu var olanların varlık dereceleri birbirinden farklıdır. Mesela bir taş sadece bulunduğu yeri zapt edebilirken küçücük bir arı hayat sahibi olmakla birçok bağ ve bahçeye sahip olabilir. İnsan ise hayvanlara karşılık hem hayat hem ruh hem şuur sahibi olmakla hem kendisinin hem bütün kâinatın varlığından haberdar ve her şeyle alakadar olmaktadır.
Anlaşılan o ki; varlık mertebelerinin en düşük derecesi maddeye ait. Ondandır ki değişmeye, yıpranmaya, çürümeye, dağılmaya, yok olmaya mahkûmdur. Madde zaman ve mekânın hükmü altında.Ve ancak hayat ve ruhun girmesiyle maddenin varlık derecesi yükselebilir.
Demek Vücut (var olmak, var bulunmak) maddeden sıyrıldıkça kuvvet ve sağlamlılık kazanıyor. Mesela bedenin varlığı maddeden ibarettir. Ölümle çürüme ve dağılması her an mümkün. Fakat ölüm ruhu tahrip edemiyor, ölümün gelmesiyle ruh sadece âlem değiştiriyor. Çünkü ruhun maddesi olmadığı için varlık derecesi yüksek ve daha kuvvetli, daha sağlamdır.
Husûsen vücut tam bir sağlamlık kazanırsa, maddesi de yoksa ve kayıt altında da değilse diğer düşük mertebeli vücut âlemlerinde çok şeyleri değiştirebilir.
Mesela bir ayna düşünün. Yüksekten bir büyük ormana doğru tutalım. Ayna küçücük olmasına rağmen bütün ormanı içine alabiliyor. “Sadece iki, üç ağacı gösterebilirim.” diye bir şart koşmuyor. Şayet ayna akıl, şuur, ilim ve kudret sahibi de olsaydı sadece yansıtmayla kalmayacak belki orman üzerinde pek çok değişiklik yapabilecekti. Bu misaller pek çok hakikati akla yakınlaştırıyor.
Mesela Azrâil’in (as) bir anda birçok yerde bulunup birçok can alabilmesi varlık mertebesinin yüksekliğinden ve farklı varlık âleminde bulunmasından kaynaklanıyor.
İnsan ruhu da bütün cesediyle birden alakadar olup bütün aza ve hücrelerini birbirine yardım ettirir ve hepsinden haberdar olur. Yani insanın karnı ağrıdığı aynı anda gözü de ağrısa, böbreği de sancısa ruh hepsinden haberdar olur. Allah’ın bir kanunu olan ruha bu kolaysa Cenâb-ı Hakk’ın iradesine ve kudretine hadsiz fiiller, hadsiz sesler, hadsiz duâlar, hadsiz işler hiçbir şekilde ağır gelmez, bir birine mani olmaz ve onu meşgul etmez.
“Tabiat Allah’ı hem gösterir, hem gizler.”
(Blaaise Pascal)
Hâsıl-ı kelam: Allah (cc) vardır. Ve bütün varlık mertebeleri O’nunla vardır. Çünkü O’nun varlığı vücut mertebelerinin en yükseği en esaslısıdır. O (cc) Ezelîdir ve Ebedîdir. Başlangıç ve sonu bulunması imkânsızdır. Zamana ve mekâna mahkûm değildir. Melekler, insanlar, hayvanlar, canlı cansız tüm var olanlar O’nun varlığına nispeten çok zayıf gölgeler hükmündedirler. Hatta o kadar zayıf ve o kadar gölgedirler ki; birçok veli, varlıkları vücut ünvânına bile layık görmek istememişlerdir.
Böyle bir zata hangi şey zor gelebilir?! Kendisine ayna olarak yarattığı bütün mahlûkatı, bir ağacın çiçek ve meyveleri kadar kolay yaratmıştır. Ve öldürüp haşirde tekrar yaratabilir, zamana mahkûmiyeti kaldırıp onlara ebediyetinden ebediyet verebilir.
Bir yanıt yazın