Evet mühim bir makamdan gelen bir davete icab ederken saatlerce giysisini ve neler yapacağını düşünen bizler, elbette en ulvî makamdan gelen bu davete en güzel bir hâl ve lisan ile karşılık vermeliyiz.
Onun huzurunda el pençe duruyor iken, ellerimizin tersi ile fânîlik damgasını taşıyan dünyayı itmeliyiz. Ayaktaki kıyamımızı ağaçların, rükû ve secdelerimizi melâikenin ve oturuşumuzu dağların ibadetlerine numune yapmalıyız.
Çok özen gösterdiğimiz bir hâl vardır: Davete icabet etmek. Ziyaretimizle gönlünü alacağımız kişi ya dostumuzdur, ya akrabamızdır ya da hiç kıramayacağımız bir büyüğümüzdür. Hatırları kırılmasın diye bin bir türlü gayret sarf ederiz. Elden geldiğince de ziyaretin adabına ve usulüne muvafık hareket etmeye, en sevdiğimiz kıyafetle gitmeye çalışırız.
Acaba bu kadar çeşitlilik arz eden bu davetlerin içinde bizleri en ziyade alâkadar eden davet hangisidir? Ebette ki bu bütün kâinatı dolduran zerrâtın ihtiyaç dilekçelerini bir an bile geciktirmeden cevap veren ve bu muazzam yaratılış ağacını, başına en nazik ve nazenin bir meyve olarak takıp kendisine muhatap yapan Sultanımızın davetidir.
Bu öyle güzel bir çağrıdır ki; miracın gecesinde en güzel bir meyve olarak Habîbinin eliyle ikram edilmiştir biz kullara ve Hz. İsrafîl (as)’ın Sûr’a üfleyeceği zamana kadar devam edecektir.
Bu öyle güzel bir nidadır ki; idrakli – idraksiz bütün mevcûdatın kendi lisan-ı hâlleriyle ettikleri ibadetlerin umumuna fihrist olabilecek külliyettedir.
Bu öyle güzel bir davettir ki; kul en gizli kalbî niyazını, hiçbir casus kulağı ortak etmeksizin, araya girebilecek müracaatçı âdemlere de ihtiyaç bırakmaksızın, ellerini bağlayıp huzura durduğunda kendisini Âlemlerin Rabbine muhatap edecektir.
İşte bu, öyle ulvî bir ikramdır ki; mücrim kullar bu çağrı ile “mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümaniatsız her hâlinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezelî ve ebedî hazâin-i rahmet mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemîl-i zü’l-Celâl ve Kadîr-i zü’l-Kemâl’in huzuruna girip hacâtını arz” edebileceklerdir.
Bu davete davet şeklini ise Allah (cc), Hz. Ömer Efendimize rüyasında göstermiş. Hz. Bilal-i Habeşi Efendimiz de Resûl-ü Ekrem (sav)’in emriyle, onu, davudi sedasıyla asırların ve muhabbetullah ile yanıp tutuşan mü’minlerin sinelerine nakşetmiştir.
İşte bu muazzam mânâları ihtivâ eden davet: ‘Namaz’dır.
Evet, Müzeyyin-i bîmisal olan Rabbimiz, an be an kâinatı bizim için süslüyor iken, midemizin en küçük arzusunu yerine getirmek için unsurları harekete geçiriyor iken, acaba bizlerden bu davetine karşılık nasıl bir namaz beklemektedir?
Her zaman alışılagelmiş bir tavırla kalkıp, vazife savma rahatlığıyla mı kılmalıyız?
Yoksa, yirmi dört saatte bizi beş defa huzuruna çağıran Sultanımızın bu çağrılarını, rızasını ve muhabbetini celb etmek için birer fırsat bilip öylece mi edâ etmeliyiz?
Evet, mühim bir makamdan gelen bir davete icab ederken saatlerce giysisini ve neler yapacağını düşünen bizler, elbette en ulvî makamdan gelen bu davete en güzel bir hâl ve lisan ile karşılık vermeliyiz.
Onun huzurunda el pençe duruyor iken, ellerimizin tersi ile fânîlik damgasını taşıyan dünyayı itmeliyiz. Ayaktaki kıyamımızı ağaçların, rükû ve secdelerimizi melâikenin ve oturuşumuzu dağların ibadetlerine numune yapmalıyız.
Rabbimiz kâinata sığmadığını ifade ederken (bir arş olması münasebetiyle) sığdığını söylediği “mü’min kulunun kalbi” ne, Allah’tan gayri bir şeyin girmesine -velev kiracı misal az bir zaman kalacak olmuş olsa bile- izin vermemeliyiz. Kâinatın Sultanının huzuruna muvâfık bir edep hâlini hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.
Evet namaz, Resûl-ü Ekrem (asm)’ın miracı ile açık bırakılmış olan arşa çıkma yolculuğudur.
Namaz, dostu Dost’a vâsıl edecek bir bilettir.
Namaz, mü’mine bütün mahlûkatın tesbihat-ı mahsusalarını cem edip, kendisini küllî ubûdiyet sahibi yapacak en mühim bir kulluktur.
Namaz; Ayasofya’nın kubbesindeki taşlar misali mü’minleri omuz omuza verdirerek, dünyevî rütbeleri ortadan kaldıran bir vazife-i insaniyettir.
Evet “Namaz müminin miracıdır”.
Günde beş defa perdeler aralanıyor, Sultanlar Sultanı’nın huzur-u kibriyâsına çıkıyoruz. İşte ayaktayız ve kendi lisanı ile yine kendisine yalvarıyoruz, duâ ve niyazda bulunuyoruz. Şimdi ise rükû ve secdedeyiz ve hiç kimseye eğmediğimiz bu başımızı, Ona en yakın hâl olması münâsebetiyle mahviyetin timsali olan toprağa sürmekteyiz.
Nihayet Tahiyyatımız ile umum mevcudatın tahiyyelerini halife-i rûy-u zemin olarak Kendisine arz etmekteyiz.
Namazın muayyen beş vakti ise “mühim bir inkılâp başı olduğu gibi, azim bir tasarrufat-ı ilahiyenin ayinesi ve o tasarruf içindeki ihsanat, külliye-i İlahiyehin bir makesi”dir. İnkılâp ise yenilik ve tecdîdi lüzumlu kılar. Öyle ise, o her başlangıca ayrı bir huzur, ayrı bir aşk, ayrı bir hâlet-i rûhiye ile varalım! Celâl, Kemâl, Cemâl sahibi Zât’ın ihsanatına rızâ ve tevekkül ile sahip olmaya gayret edelim.
Mademki her zaman her ânımızda değişiklik ve yenilik istiyoruz. Öyle ise her vakit, namazımızda da kendimizi yenileyelim. Daha güzel bir hâl, daha güzel bir lisan ile huzura çıkalım! Sâlih kulların halkasına dâhil olalım…
Ey Rabbimiz! Nasıl bir namazdan razı olacaksan bizleri öyle kıl! Amîn, bi hürmeti Seyyid-il Mürselin.
Bir yanıt yazın