“Herkesin kalbinde olanı, ancak gaybı bilen Allah bilir. Gözünle görüp tevil kabul etmeyen kat’î bir malûmâta sahip olmadıkça, kimse için kötü düşünmeye hakkın yoktur! Gözünle görmeyip, kulağınla duymadığın hususlarda kalbine gelen şüpheler şeytandandır! Şeytan ise en fâsık kimse olduğu için, onu tasdik değil, yalanlaman gerekir. Nitekim Allah Kur’ân’da şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Eğer fâsık bir kimse size bir haber getirirse, onun içyüzünü araştırın; yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucûrât, 6)
İmam-ı Gazali Hazretleri (rh)
Sû-i zan etmeyelim! Ama bununla beraber sû-i zanna sebep olacak durumlardan da uzak duralım! Yanlış anlaşılacak söz veya işlerden uzak durmak, hem bizim için, hem de etrafımızdaki insanlar için en selâmetli yoldur. Hz. Ömer (ra) “Töhmete (ithama, sû-i zanna) sebep olacak işlere girişen, kendisinden başkasını kınamasın” demiştir.
SLÂM’IN HEDEFLEDİĞİ TOPLUM
İslâm dini, Müslümanların büyüklere saygı, küçüklere şefkat, akranlara da muhabbet ederek, birbirleriyle sağlıklı iletişim kuran kuvvetli bir toplum oluşturmalarını hedeflemiştir. İslâm dininin iman, ibâdet ve ahlâk kurallarına baktığımız zaman, bütün kuralların bu hedefe yönelik olduğunu görürüz.
Oluşturulmak istenen bu kuvvetli toplum hakkında Peygamberimiz (asm)’ın şu sözleri büyük ehemmiyeti hâizdir: “Büyüğümüze saygı göstermeyen, küçüğümüze şefkat etmeyen bizden değildir” “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız”, “Bir mü’minin diğer mü’mine karşı durumu bir binanın birbirini destekleyen tuğlaları gibidir. (Onlar da birbirlerine destek olurlar)”, “Mü’minleri birbirlerine merhamet etmede, sevmede, birbirlerini korumakta bir cesedin âzâları gibi görürsün. Vücudun bir âzâsı hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar uykusuzluğa ve ateşli hastalığa karşı yardımlaşırlar.”
Müslüman olarak Kur’ân ve sünnetin hedeflediği bu toplumu oluşturmak hepimizin görevidir. Şu soruların cevabını bulmak ve gerçekleştirmek için kafa yormalıyız:
Böyle bir toplum oluşturabilmek için ne yapabiliriz? Aramızdaki iletişimi, muhabbeti bozan şeyler nelerdir? Bunları nasıl izâle edebiliriz? Aramızdaki iletişimi artırabilmek için neler yapabiliriz? Muhabbeti tesis ederek, birlik ve beraberliği nasıl sağlayabiliriz?
***
Bu yazıda Müslümanlararası iletişimi bozan, Müslüman toplumu kemiren sebeblerden yalnızca bir tanesi olan sû-i zan üzerinde duracağız.
SÛ-İ ZAN NEDİR?
Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız, çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (Hucûrât, 12) Bu âyette Allah, mü’minin mü’mine sû-i zan etmesini açıkça yasaklamıştır.
Sû-i zannın iyi anlaşılması için, konuyla ilgili vehim, zan, gâlip zan, yakîn kelimelerini de izah etmemiz gerekir:
Vehim: Bir şeyin olacağına veya olmayacağına dair elimizde hiçbir karîne, delil olmadan kalbimize gelen şeye vehim -kuruntu- denir.
Zan: Eğer bir karîne varsa ve karîne hem müsbet, hem de menfî cihete uygulanabilir ise buna zan denilir. (Bu zanda kesinlik olmadığı için şüpheye vesîledir) Müsbet cihette zanda bulunmak hüsn-ü zan, menfî cihette zanda bulunmak ise sû-i zan dır. Gâlib zan: Karîneler artar ise buna gâlib zan (veya zann-ı gâlib) denilir. (Yanımıza gelen adamda hafif bir içki kokusu hissediyorsak onun içki içtiğine hükmetmek ‘zann-ı gâlib’dir. Koku olduğu halde yine de zan diyoruz. Çünkü o şahıs içki içmemiş, fakat bilmecbûriye, içki içenlerin yanından gelmiş olabilir.)
Abdullah bin Amr (ra) şöyle demiştir: Ben, Resûlullah (asm)’ın Kâbe’yi tavaf ettiğini ve (tavaf esnasında) söyle dediğini gördüm: “Sen ne kadar hoşsun, senin kokun ne kadar hoş. Sen (Allah katında) ne kadar büyüksün, senin kutsallığın ne kadar büyük! (Ama) Muhammed’in canı (kudret) elinde olan (Allah)’a yemin ederim ki, mü’minin malı, kanı ve hakkında ancak hüsn-ü zan beslenmesi yönüyle kutsallığı, Allah katında senin kutsallığından daha büyüktür.”
(İbn-i Mâce)
Yakîn: Karîneler iyice artarsa yakîn hasıl olur. Yakîn içinde şek olmayan bilgidir. (Açıkça içki içerken gördüğümüz adamın içki içtiğine hükmetmemiz ‘yakîn’dir)
HÜSN-Ü ZAN, SÛ-İ ZAN
Bir Müslümanın söylediği söz veya yaptığı iş, iyiye veya kötüye yorumlanabilecek durumda ise, bizim bu gibi durumlarda hüsn-ü zanda bulunmamız, Müslümanın söz ve fiilini iyiye yormamız gerekir. Elimizde delil olmadığı hâlde onu kötüye yorumlamamız, sû-i zan etmemiz, Kur’ân ve sünnet tarafından yasaklanmıştır.
Hz. Ömer (ra), “Mü’min kardeşinden çıkan hayra ihtimalini gördüğün bir sözü, kötüye yorma.” demiştir. Peygamberimiz (asm) “Zan doğru da olur, yanlış da” buyurmuştur. Sû-i zannımız doğru olduğu takdirde, bu zannın bize bir zararı olmaz. Fakat yanlış olduğu takdirde harama girmiş oluruz.
Tabiinden Said b. Müseyyeb (ra) şöyle demiştir: “Peygamberimizin sahâbelerinden bazı kardeşlerim bana (bir mektupta) şöyle yazdılar: Kardeşinin yaptığı bir işi aksine bir delil olmadığı müddetçe, en iyi şekilde yorumla (hüsn-ü zan et!) Müslüman bir kimseden çıkmış hayra ihtimali olan bir sözü şer olarak telakkî etme!” (Beyhakî)
İmam-ı Gazâlî (rh) sû-i zannı, “Kalple yapılan gıybet” olarak tanımlar. Bununla kalbe gelen düşünceleri değil de, “Kalbin kesinlikle hükmettiği şey”i kastettiğini söyler. Sû-i zannın haram olma sebebi hakkında da şöyle der: “Herkesin kalbinde olanı, ancak gaybı bilen Allah bilir. Gözünle görüp tevil kabul etmeyen kat’î bir malûmâta sahip olmadıkça, kimse için kötü düşünmeye hakkın yoktur! Gözünle görmeyip, kulağınla duymadığın hususlarda kalbine gelen şüpheler şeytandandır! Şeytan ise en fâsık kimse olduğu için, onu tasdik değil, yalanlaman gerekir. Nitekim Allah Kur’ân’da şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Eğer fâsık bir kimse size bir haber getirirse, onun içyüzünü araştırın; yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucûrât, 6) (İhyâ-u Ulumi’d-Dîn.c.3, s.334, Bedir yay.)
SÛ-İ ZANDAN SAKINMAK
Hz. Aişe (ra) Peygamberimiz (asm)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “(Mü’min) kardeşine sû-i zan eden, hakîkatte Rabbine sû-i zan etmiş olur. Çünkü Allah u Teâlâ ‘Zannın çoğundan sakınınız’ buyurmaktadır.”
(İbn-i Merduye, İbn-i Neccar)
Ebû Hureyre (ra)’dan Peygamberimiz (asm)’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Size zandan uzak durmanızı tavsiye ederim! Muhakkak ki, zan sözün en yalanıdır. Birbirinizin gizli kusurlarını araştırmayın, birbirinizle rekabet etmeyin, birbirinize hased etmeyin, birbirinize buğz etmeyin! Allah’ın kulları kardeş olun!”
(Mâlik, Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizi)
“Mü’min kardeşinden çıkan hayra ihtimalini gördüğün bir sözü,
kötüye yorma.” Hz. Ömer (ra)
Abdullah bin Amr (ra) şöyle demiştir: Ben, Resûlullah (asm)’ın Kâbe’yi tavaf ettiğini ve (tavaf esnasında) şöyle dediğini gördüm: “Sen ne kadar hoşsun, senin kokun ne kadar hoş. Sen (Allah katında) ne kadar büyüksün, senin kutsallığın ne kadar büyük! (Ama) Muhammed’in canı (kudret) elinde olan (Allah)’a yemin ederim ki, mü’minin malı, kanı ve hakkında ancak hüsn-ü zan beslenmesi yönüyle kutsallığı, Allah katında senin kutsallığından daha büyüktür.” (İbn-i Mâce)
HÜSN-Ü ZAN VE SÛ-İ ZAN SAHİBİ OLANLAR
Bir öğretmen yarısı dolu, yarısı boş bir bardağı öğrencilere göstermiş ve “Burada ne görüyorsunuz?” demiş. Öğrencilerin bir kısmı “Yarısı boş bir bardak” derken, diğerleri “Yarısı dolu bir bardak” demişler.
Bu iki cümleden hangisi doğru, hangisi yanlış?
Elbetteki bu iki cümlenin ikisi de doğru. Fakat aralarında mühim bir fark var. Bu iki cümle öğrencilerin bakış açılarını, psikolojik yönlerini de ortaya koymaktadır. “Yarısı boş bir bardak” diyenler, hırslı ve sû-i zan sahibi, “Yarısı dolu bir bardak” diyenler de kanaatkar ve hüsn-ü zan sahibi kimselerdir. Bardağa bu nazarla bakanlar, insanlara da farklı bakmazlar. (Acaba biz burada, sû-i zan mı yapıyoruz, hüsnü zan mı? Dikkat edin, vereceğiniz cevap sizin de psikolojik yanınızı ele verebilir.)
Bazı insanlar vardır ki, insanların daima hata ve kusurlarına –yani bardağın boş kısmına- odaklanmışlardır. Suratları asıktır ve ağızlarından tenkit eksik olmaz. Hüsn-ü zan mümkün olduğu durumlarda, onlar her zaman sû-i zan şıkkını tercih ederler. Onlar hayatı kendileri ve başkaları için zehir ederler. Kimse mecbur kalmadıkça bunlarla beraber olmak istemez.
Bazı insanlar da vardır ki, çok iyimserdirler. İnsanların hata ve kusurlarına değil, meziyetlerine –bardağın dolu kısmına- odaklanmışlardır. Yüzleri daima mütebessimdir. İnsanların daima iyiliklerinden, güzelliklerinden bahsederler. Onlar insanlara daima hüsn-ü zanla muamele ederler. Onların yanında herkes kendini rahat hisseder. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin, “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” dediği gibi, bu insanlar da hayattan lezzet alır ve başkalarının lezzet almasına vesile olurlar.
SÛ-İ ZANNA SEBEB OLACAK DURUMLARDAN UZAK OLMAK
Sû-i zandan uzak durduğumuz gibi, sû-i zanna sebep olacak söz ve davranışlardan da uzak olmalıyız. Peygamberimizin hanımlarından Safiye bt. Huyey (ra) şöyle der:
Peygamber (asm) mescidde îtikafa girmişti. Geceleyin onu ziyarete gittim ve konuştum. (Konuşmamız bittikten) sonra kalktım, o da beni uğurlamak için kalktı. O sırada ensardan iki adam oradan geçtiler, Resûlallah’ı görünce hızlandılar. Peygamber (asm) onlara hitaben, “Yavaş olunuz! Bu benim zevcem Huyey kızı Safiye’dir” dedi. Onlar da “Sübhânallah! Yâ Resûlallah (biz sana sû-i zan edecek değiliz)” dediler. Peygamberimiz de “Şeytan insanın damarlarında kanın akışı gibi akar, (kalplere çok kolay vesvese verir). Ben şeytanın sizin kalbinize kötü bir şey atmasından korktum” buyurdu. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud)
“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Bedîüzzaman Hazretleri (rh)
Peygamberimizin sahâbeleri durdurup durumu izah etmesi onları sû-i zandan korumak içindi. Bu hassasiyeti bizim de göstermemiz gerekir. Sû-i zan etmeyelim! Ama bununla beraber sû-i zanna sebep olacak durumlardan da uzak duralım! Yanlış anlaşılacak söz veya işlerden uzak durmak, hem bizim için, hem de etrafımızdaki insanlar için en selâmetli yoldur. Hz. Ömer (ra) “Töhmete (ithama, sû-i zanna) sebep olacak işlere girişen, kendisinden başkasını kınamasın” demiştir.
Atalarımız, “Kapını kilitle, komşunu hırsız tutma!” demişlerdir. Yani kapını kilitlemezsen ve hırsızlık olursa, komşuna sû-i zan edebilirsin. Öyleyse tedbirini al, sû-i zan etme! Bu atasözüne uygun olarak tabiinden Ebu’l-Aliyye (ra) da şöyle demiştir: “Biz, hizmetçilerimiz kötü ahlâka alışmasın veya biz sû-i zan etmeyelim diye (onlara teslim edilen eşyayı) mühürlemekle, ölçmekle ve saymakla emrolunmuştuk.” (Buhârî, Edebü’l-Müfred)
SÛ-İ ZAN YAPMIŞSAK NE YAPALIM?
Sahâbe Harise b. Numan (ra) şöyle der: “Peygamberimiz (asm) “Ümmetim şu üç şeyi bırakmaz: tıyere (uğursuzluk tutma), hased ve sû-i zan.” buyurdu. Bir adam “Kendisinde bunlar olan kimsenin kalbinden, bunları ne giderir Yâ Resûlallah?” diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Hased ettiğin zaman Allah’a istiğfar et, bağışlanmayı dile! Sû-i zan ettiğinde de araştırma (aldırış etme), uğursuzluk hissettiğinde yürü (ehemmiyet verme!)” (Taberânî)
Sû-i zan etmeyelim! Ama bununla beraber sû-i zanna sebep olacak durumlardan da uzak duralım! Yanlış anlaşılacak söz veya işlerden uzak durmak, hem bizim için, hem de etrafımızdaki insanlar için en selâmetli yoldur. Hz. Ömer (ra) “Töhmete (ithama, sû-i zanna) sebep olacak işlere girişen, kendisinden başkasını kınamasın” demiştir.
Hadisdeki “Sû-i zan ettiğin zaman araştırma!” ifadesi, iki mânâya da gelebilir. Birincisi “Aldırış etme, üzerinde durma, şeytanın bir vesvesesi olarak düşün!” demektir. İkincisi, “Sû-i zan ederek, muhatabın gizli kusurlarını araştırma!” demektir. Çünkü sû-i zan haram olduğu gibi insanların gizli kusurlarını araştırmak da haramdır.
Sû-i zan ettiğimiz konu, mühim ve öyle aldırış edilmeyecek bir konu değilse, en güzeli sû-i zan ettiğimiz şahısla konuşarak meseleyi vuzuha kavuşturmaktır. Çünkü sû-i zannımız, bizim yanlış algılamamızdan ve iletişim kopukluğundan meydana gelmiş olabilir. Muhatapla iletişim kurmamız bizi büyük bir yanlışlıktan kurtarabilir.
Fakat bu durumda da hassas olmak gerekir. Muhatabımızın kalbinden geçeni bilmediğimiz için, onun söylediğini kabul etmemiz gerekir. Peygamberimiz (asm) kendisine özür beyan eden kim olursa olsun, onların özrünü –aksine bir delil olmadıkça- kabul ederdi ve “Ben insanların kalblerini açmaya, karınlarını yarmaya me’mûr değilim” derdi. O her zaman insanların zâhirî hallerine göre muamele ederdi. Bir savaşta kelime-i şehâdet getiren bir adamı öldürdüğü için Üsâme b. Zeyd’e kızmıştı. Üsâme, “O ölüm korkusuyla öyle dedi” deyince de “Kalbini yarıp baktın mı?” demişti.
Ebû Hureyre (ra) Peygamberimiz (asm)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
Meryem oğlu İsâ (as) bir adamın hırsızlık yaptığını gördü. (Daha sonra) ona: “Sen hırsızlık mı yaptın?” diye sordu. Adam “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, hayır (hırsızlık yapmadım)” dedi. Bunun üzerine İsâ (as), “Allah’a îmân ettim ve kendi gözümü yalanladım” dedi». (Buhârî, Müslim, Neseî)
“Evet insan hüsn-i zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir.
Sû-i zan sâikasıyla kendisinde bulunan sû’-i ahlâkı, başkalara teşmil etmemelidir. Ve başkaların bazı harekâtının, hikmetini bilmediğinden, takbih etmemelidir. Binâenaleyh eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hâllerini beğenmemek, sû-i zandır.
Sû-i zan ise, maddî ve manevî hayat-ı içtimâiyeyi zedeler.”
(Mesnevî-i Nûriye, s.55)
Bedîüzzaman Said Nursî (rh)
Bir yanıt yazın