Yazılanları yanlış anlamamız veya yazarın kastetmediği başka bir şeyi onun yazılarından çıkarmamız her zaman mümkündür. ‘Yanlış anlamak’ veya ‘yanlış anlaşılmak’, çoğu zaman insanlarla konuşurken de karşılaştığımız bir durumdur.
Bir kitabı okurken eğer bir takım önyargılarla okuyorsak veya kendi düşüncelerimize uygun fikirler arıyorsak, muhtemelen yazarın kastından farklı bir mânâyı okuduğumuz metinden çıkarırız. Ama böyle değil de “Yazar ne anlatmak istiyor?” diyerek yazarı anlamak için okuyorsak yazarın kastettiği mânâları anlamamız mümkündür. Kastedilen mânâ ile kastedilmeyen mânâyı çıkarmak daha çok bizim kitaba yaklaşımımızla ilgili bir durumdur.
Yazarın anlatmak istedikleri ile bizim anladığımız şeylerin farklı olması, beşerin yazmış olduğu kitaplarda belki de fazlaca bir önem arz etmez, ama okuduğumuz kitap bizim ve kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın kitabı olunca iş değişir. Çünkü Kur’ân’ı Allah’ın murat ettiği, kastettiği şekilde anlamamak –Müslüman bir kimse için- dünya ve âhiret hayatı açısından tehlikeli bir durum ortaya çıkarır.
Kur’ân’ı okurken asıl olan, ondan kendimizce bir şeyler çıkarmak değil, Allah’ın kastettiği mânâları bulmaya ve anlamaya çalışmak olmalıdır. Evet, bir takım mânâlar çıkarabiliriz, fakat bu çıkardığımız mânâları yüzeysel bir bakış açısıyla değil, kendi görüşümüzü Kur’ân’a onaylatmak için değil, “Allah, kitabında bize ne anlatmak istiyor? Âyetlerde anlattığı şeylerden kastı, muradı nedir?” tarzında bir bakış açısıyla Kur’ân’a yönelmekle olur.
TEFSİR İLMİNİN KRİTERLERİ
Tefsir ilmi, “İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nispetinde Allah’ın muradına delâlet etmesi bakımından Kur’ân metninin içerdiği mânâları ortaya koyan ilimdir. (Tefsir Usûlü ve Tarihi, Muhsin Demirci, s. 86, Menahilü’l-İrfan, c.2, s.96) diye tarif edilir. Yani müfessir, Kur’ân’ı tefsir ederken kendi anlayışına göre değil, âyetlerde Allah’ın murat ettiği, kastettiği mânâyı anlamaya çalışacaktır. Yoksa gelişi güzel nasıl anlarsa, nasıl aklına gelirse öyle değil.
İmam-ı Rabbanî (rh), Mektubât’ında, “Kur’ân ve hadisten alınan her mânâ mefhumu, mûteber değildir” der. (193. Mektup) Çünkü çıkarılan mânâ Allah ve Resûlünün kastetmediği yanlış bir mânâ da olabilir. Bütün sapık mezhepler kendi fikirlerini ispat için kendilerince Kur’ân’dan delil göstermişlerdir. Ehl-i sünnetin bu fırkalara itirazı, Kur’ân’dan çıkarılan mânâların yanlış ve murad-ı İlahîyi aksettirmeyecek şekilde olduğundandır.
İsabetli mânâ ile yanlış mânâyı diğer ifadeyle, murad-ı İlahîye uygun olan veya olmayan mânâları Kur’ân’dan nasıl çıkarırız veya anlarız?
Tefsir usûlü kitapları bu mevzu üzerinde hassasiyetle durmuşlar ve murad-ı İlahîyi anlamak için bazı kriterler belirlemişlerdir.
Tefsirde murad-ı İlahîyi anlamanın birinci yolu Kur’ân’ı Kur’ân’la tefsirdir. Bazı âyetlerin izahı başka âyetlerde vardır. Bu yönüyle Kur’ân’ı bir bütün olarak kavrayıp, bir âyetin diğerleriyle irtibatı araştırılmalıdır.
Murad-ı İlahîyi anlamanın ikinci yolu Peygamberimiz (asm)’ın sünneti ve hadisleridir. Kur’ân’ı indiren Allah’ın, Kur’ân’da kastettiği mânâları en iyi anlayan hiç şüphesiz Kur’ân vahyine muhatap olan Peygamberimiz (asm)’dır. Öyle ise Kur’ân’ı murad-ı İlahîye uygun anlamanın ikinci yolu Peygamberimiz (asm)’ın hadisleridir.
Üçüncü yol, sahabelerdir. Çünkü onlar Kur’ân’ın nüzûlüne şahit olmuşlar ve Kur’ân’ı en iyi anlayan Peygamberden (asm) öğrenmişlerdir.
Dördüncü yol ise Tabiîn ve Tebe-i Tabiîndir. (Genelde bütün tefsir usulü kitapları, tefsirde bu maddeleri sayarlar. Bkz. Muhtasar Tefsiri, İbn Kesir. c.1. s.12. Darül Kur’ânül Kerim, 1393, Beyrut)
Selef-i salihin olarak zikredilen bu üç neslin faziletine dair, Peygamberimiz (asm) “İnsanların en hayırlısı benim asrımda olanlar (ashabım)dır. Sonra onların arkasından gelenler, sonra onların arkasından gelenlerdir” buyurmuştur.
İşte Kur’ân’ı bu usûle göre anlamaya çalışmak ve eğer bir takım mânâlar çıkaracaksak, bu usûle ve Arapçanın dil kurallarına göre çıkaracağımız mânânın doğru olabileceğini söyleyebiliriz.
KUR’ÂN’I KENDİ REYİNE GÖRE TEFSİR
Herhangi bir şahıs, buraya kadar saydığımız ölçüleri kaale almayabilir ve “Ben dilediğim gibi okur ve anlarım” diyebilir. Buna bizim diyeceğimiz bir şey yok. Herkes düşüncesinde hürdür. Yalnız neticede maruz kalınacak vebale de razı olmak gerekir. Çünkü Kur’ân’dan çıkaracağımız yanlış bir mânâ, Allah’ın söylemediğini Allah’a nispet olacaktır ki, bu Allah’a iftira mânâsına gelir. Bu tür insanlar Allah’ın “Allah’a karşı yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Şüphe yok ki, zalimler felâha ermezler.” (En’am, 21) tehdidine maruz kalırlar. Peygamberimiz (asm) da bu hususta “Kim Kur’ân’ı kendi reyine (düşüncesine) göre tefsir ederse ateşten oturacağı yeri hazırlasın” buyurmuştur.
“BENİM VE ASHABIMIN YOLUNDA OLANLAR”
Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:
İsrailoğullarının başına ne geldi ise, hepsi karış karış Ümmetimin de başına gelecek. Hatta onlardan biri alenî olarak annesiyle zina etse ümmetimden de bunu yapan olacak. İsrailoğulları 72 millete ayrıldı. Ümmetim ise 73 millete (fırkaya) ayrılacak. Onlardan bir millet (cemaat) hariç hepsi cehennemliktir.” “Ey Allah’ın Resûlü, o (kurtulacak olan fırka) hangisidir?” diye sordular. O da “Benim ve ashâbımın yolunda olanlar ” buyurdu. (Tirmizi , Ebu Davud, Taberani)
Hadiste belirtilen “Benim ve ashabımın yolunda olanlar” ehl-i sünnet dediğimiz fırkadır. Günümüzde ve tarihte Ümmet-i Muhammed’in ekseriyetini oluşturan ehl-i sünnet camiası, Kur’ân’ı yukarda saydığımız ölçülere göre anlamış, itikad ve ibadetlerde bu usulü uygulamıştır. Onlara muhalefet eden ve bid’at fırkası olarak nitelendirilen grupların hemen hemen hepsi yukarda zikredilen usule daima muhalefet etmişler, Kur’ân’ı muradı ilahiyi anlayarak tefsir etmekten ziyade, kendi nefsanî anlayışları yönünde tefsir edegelmişlerdir. Onlar ya sarih ayetleri tevil etme cihetine gitmişler, ya hadisleri inkar etmişler, ya da ehli sünnet âlimlerini Kur’ân’ı anlamamakla itham etmişlerdir.
İKİ TÂİFEYE DİKKAT!
Ehl-i Sünnet âlimlerini Kur’ân’ı anlamamakla itham edenler hakkında Üstad Bedîüzzaman şöyle der:
“Kur’ân-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor; müfessirler hakîkatini anlamamışlar” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir.
Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: “Kur’ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusûs ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabîlinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.”
Evet, zaman geçtikçe Kur’ân-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa-hâşâ ve kellâ-Selef-i Sâlihîn’in beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniye’ye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. لسان عربي مبين هذا fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştanbaşa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten -hâşâ sümme hâşâ- Cenâb-ı Hakk’ı tekzip ve Hazret-i Risâlet’in fehmini tezyif etmek çıkar.
Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba-ı Risâletten alınmıştır. Hattâ İbni Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur’ân’ı, muan’an senetle müteselsilen menba-ı Risâlete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.
İkinci tâife: Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur’ân-ı Hakîm’in -senin tabirinle- birer Polat Kalesi hükmünde olan surlu sûreleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler -hâşâ- hakaik-i imaniye ve Kur’âniye’ye şüphe îras etmek için bu nevi sözleri işâa ediyorlar. (29. Mektup, Birinci Nükte)
Bir yanıt yazın