Asr-ı saadetten beri beşerin hem zikir hem fikir hem duâ hem şeriat kitabı hem her türlü maddî ve manevî ihtiyaçlarının menbaı olan yüce Kur’ân’ı öğrenmek için başta ashab ve onların nurlu yolunu takip edenler birbirleriyle yarışmıştır. Kur’ân’ın en birinci muallimliğini yapan ve “Ümmetimin en hayırlıları Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” sözleriyle ümmetini teşvik eden Peygamberimiz (a.s.m) Kur’ân ilmine çok ehemmiyet verirdi. Bundandır ki kırk yıldan fazla Kûfe’de insanlara Kur’ân okutan tabiin büyüklerinden Ebu Abdurrahman Sülemi bu hadise işaret ederek, “Beni şu bulunduğum yerde Kur’ân öğretmek için oturtan sır işte budur” demiştir.
Kur’ân ilmine dair bir diğer husus da Kur’ân’ın hıfz edilmesidir. Kur’ânın tamamını ezberleyene hâfız denir. Hâfız-ı Kur’ân sadece Kur’ân ı Kerîm’in kelimelerini âyetlerini ezberleyen değil, aynı zamanda onun mânâsını kalbine ve rûhuna nakşeden, gönül dünyasında seyreden insandır. Kur’ân’ı hem hıfzına hem hayatına nakşeden bir hâfız, yürüyen ve konuşan Kur’ân demektir. Yoksa Kur’ân sadece hıfz edilip hakîkatleri yaşanmadıktan sonra o kimseye şefaatçi değil şikâyetçi olacaktır. Zira bir hadiste, “Öyle hâfızlar vardır ki; Kur’ân onlara lânet eder” buyrulmuştur.
Elbette mercimek tanesi kadar bir kuvve i hâfızada 600 sayfalık bir kitabın hiçbir kelimesi ve harfi eksik olmaksızın yerleşmesi küçümsenecek bir iş değildir. Bu olsa olsa yine Kur’ân’ın bir mûcizesidir. Kur’ân’ın tamamını ezberlemek ancak düzenli ve sürekli olarak ceht ve gayret ile mümkün olur. Bu çalışmanın tamamlanma süresi ise kişiye göre farklılık gösterir. Lakin cây-ı dikkattir ki; Kur’ân’dan başka hiçbir kitabın eksiksiz ve sürekli fütur gelmeden hıfzı mümkün değildir. Bu cihetiyle Kur’ân mûcize olduğunu bir kez daha gösterir. Hem fütur vermez hem de kendisiyle meşgul olan kalplere ayrı bir lezzet ve huzur verir. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Hıfz-ı Kur’ânî her müşkilata gâlip ve lezzet-i îmâniye her kederi unutturur”.
Hele ki Kur’ân’ı lafzından anlamayan bir insanın anlamadığı halde ezberlemesi fevkaladedir. Bunu Kuveytli Arap bir aileye ziyarete gittiğim bir vakit başımdan geçen bir hadisede bilmüşahede tasdik ettim. Şöyle ki; ziyaretimiz esnasında bir hâfız-ı Kur’ân da bulunuyordu. Arap hanımefendi bunu öğrenince şaşırdı. “Mânâsını anlamadığı halde bir insanın Kur’ânı ezberlemesi zor olmuyor mu? Müşkil.. müşkil..” diyordu. Onun bu şaşkınlığı da beni şaşırttı. Demek Arapça konuştuğu halde Kur’ân’ın hıfzını müşkil gören bir insan için Kur’ânın lafzına yabancı birisinin onu hıfz etmesi olağanüstüydü.
HÂFIZLIĞIN YAŞI YOKTUR
Hâfızlık yapmaya niyetlenmiş bir insanın aklına önce şu soru takılır; “Kaç yaşında hâfızlık yapılır? Hâfızlığın yaşı var mıdır?”
Hâfız olmanın belli bir yaşı yoktur elbette. Tabiîn ulemâsından Süfyan bin Uyeyne gibi dört yaşında hâfız olanlar olduğu gibi 60-70 yaşında da hıfzını tamamlayanlar olmuştur. Küçük yaşta iken hâfızlık yapmanın avantajları elbette fazladır. Çünkü malum olduğu üzere zihin daha açık olur, daha çabuk hıfzeder. Fakat azmi elinden bırakmadan Kur’ân’ın hıfzına başlayan uzun zamanda da olsa tamamlayan çok büyüklerimiz olmuştur. Mühim olan azimdir, şevktir ve işin şuuruna ermektir. Nitekim bir hâfızlık kursunda torunu yaşındaki talebelerle beraber yılmadan çalışmaya devam eden bir teyzemiz, beş yıl sonra hıfzını tamamlamış ve gençlere hâfızlık merasiminde şu mesajı vermiştir: “Gençler bu işe biraz olsun vakit ayırırlarsa inşallah yarı yolda kalmazlar. Zamanlarını öldürmesinler ve gönülden isteyince, Allahın kendilerini yarı yolda bırakmayacağına inansınlar.”
Hâfızlar Peygamberimizin (sav) özel iltifatına mazhar olmuşlardır. “Hâfız olup da Kur’ân okuyan kimse meleklerle beraberdir.” hadisinde de bildirildiği gibi hâfız her an meleklerle birliktedir. Çünkü melekler en çok Kur’ân okunduğu ve dile getirildiği yerlerde bulunurlar. Bir başka iltifatında Peygamber Efendimiz (sav) “Kur’ân ehli, ümmetimin en şereflileridir.” buyurmuşlardır. Hâfızasında Kur’ân’ı taşıyana bir müjde daha vardır ki şefaat hakkı verilir: “Kim Kur’ân’ı okur onu ezberler helâl kıldığını helal kabul eder haram kıldığını haram kabul ederse Allah bu Kur’ân sebebiyle onu Cennetine koyar ve ailesinden Cehenneme girmeyi hak eden on kişiye şefaat hakkı tanınır.”
İLK HÂFIZ-I KUR’ÂN EFENDİMİZDİR (asm)
Peygamberimiz de kendisine vahyolunan âyetleri hâfızasında tutar ve daha sonra sahabelere okurdu. Kur’ân’ı hâfızasına nakşedip muhafaza eden bizzat kendisidir, ilk hâfız Odur. Zira Cebrail (as)’dan gelen vahyi, Nebî-yi Zîşan (asm) derhal ezberlemiş olurdu. Bu yönüyle hâfızlık bir peygamber mesleğidir. Asr-ı saadet devrinde de sahabelerin büyük çoğunluğu Kur’ân’ı ezberlemiş durumdaydılar. Ancak ashaptan hâfız olanların sayısı tam bilinmemektedir. Buna rağmen bazı hadiseler ışığında sahabeler arasında çok sayıda hâfız bulunduğunu öğreniyoruz. Bi’ru Maüne vak’asında 70, Yemame savaşında 70 bazı kaynaklara göre 500, 700 veya daha fazla hâfız sahabenin şehit olduğu rivâyet edilmektedir. Bunun dışında isimlerini bildiğimiz Osman bin Affan, Ali bin Ebi Talip, Ubey bin Kab, Abdullah bin Mesud, Zeyd bin Sabit, Ebu Musa el-Eşari ve Ebudderda da (r.anhüm ecmain) hâfızlardan idi. İslâm’ın irşadında vazife yapmış bu sahabeler Peygamberimiz tarafından çokça iltifata mazhar olmuşlardır.
RİSÂLE-İ NÛR’A ÇALIŞARAK KUR’ÂN’A LAYIK BİR KAP OLMAK
İslâm ulemâsı Kur’ânın hıfzedilmesini devamlı teşvik etmiş ve bu vazifenin ihmal edilmemesi üzerinde durmuşlardır. Zira Kur’ân’ı ezberlemenin hükmü ‘farz-ı kifaye’dir. Lakin üzülerek ifade etmeliyiz ki âhir zamanda açık saçıklık yüzünden umumi bir unutkanlık hastalığı hasıl olmuştur. Çünkü İmam-ı Şâfî’nin dediği gibi “Nâmahreme nazar nisyan verir”. İşte bu umumi hastalığın artmasıyla hadis-i şerifin verdiği müthiş haberin tevili ucunda görünüyor: “Ahir zamanda hâfızların göğsünden Kur’ân nezdediliyor, çıkıyor, unutuluyor”. Bediüzzaman Hazretleri’nin de ifade buyurduğu gibi; “Demek ki bu hastalık dehşetlenecek hıfz-ı Kur’ân’a bu su-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin te’vilini gösterecektir.”
“Kur’ân’ın hıfzına çalışmak mı yoksa Risâle-i Nûrla meşgul olmak mı daha iyidir?” şeklindeki bir soru üzerine de yine asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri şu cevabı verir:
“Bu kainatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır.Ve her harfinde, ondan tâ binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı ve kıraati her hizmete mukaddem ve müraccahtır. Fakat Risâle-i Nûr dahi o Kur’ân-ı Azimüşşan’ın hakaik-i imaniyesinin burhanları huccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıratına vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.” (Kastamonu Lahikası)
Evet hâfız-ı Kur’ân olmak, Kur’ân’a bir nevi kap olmak demektir. Kur’ân’a layıkıyla bir kap olmak isteyenler en ziyade Risâle-i Nûr’dan istifade etmekle inşallah bu ulvî maksatlarına en kısa bir şekilde ulaşabileceklerdir.
Bir yanıt yazın